Etik İlkeler Özlük Hakları
DÜNYA ÇEVRE GÜNÜ HAKKINDA 05.06.2010 TARİHLİ BASIN AÇIKLAMAMIZ
BASIN AÇIKLAMALARI
Yayına Giriş Tarihi
2010-06-05
Güncellenme Zamanı
2010-07-24 11:06:36
Yayınlayan Birim
ANKARA

Yerleşim alanları veya altyapı, turizm, sanayi, tarım vb sektörel kullanım dışında kalan herhangi bir kullanımı olmayan orman alanları, sulak alanlar, lagünler, göller, içmesuyu havzaları, kıyılar, kumullar, yaylak-kışlak, meralar ve bunların dışında kalan hali arazi, tescil dışı arazi, bozkır alanları gibi doğal alanlar yaşadığımız kentlerin çevresini oluşturmaktadır.

 

5 Haziran gününün "Dünya Çevre Günü" olması, 1972 yılında İsveç‘in Stockholm kentinde gerçekleştirilen Birleşmiş Milletler "İnsan ve Çevresi" konferansının önemli çıktılarından birisidir. Bu karar aynı zamanda çevre sorunlarının varlığının küresel düzeyde kabulü anlamını da taşımaktadır. "Çevre"nin "diyar-etraf" anlamından çıkarılarak biyolojik varlık olarak ele alınmaya başlandığı tarih olarak da kabul edilişinden bu güne 40 yıla yakın bir süre geçmiştir. 

 

Bu süre içinde "çevre"ye ilişkin periyodik bir düzende Birleşmiş Milletler konferansları yapılmış, birçoğuna taraf olduğumuz onlarca uluslararası sözleşme imzaya açılmıştır. 1972 yılında küresel düzeyde umutlanmaya yol açan ilk konferanstan sonra çevre sorunlarının neredeyse %80ininden sorumlu olan gelişmiş ülkeler bu sözleşmelerden doğan yükümlülüklerini yerine getirmekte isteksiz davrandığından çevrenin korunmasına ilişkin kurumsallaşma ve mevzuat düzenlemeleri artarken, doğal varlıkların tahribatı da aynı hızla devam etmektedir.

 

Küreselleşmenin alternatifsiz bir gelişme olduğu iddia edilerek, neoliberal politikalar ile azgelişmiş ülkelerin doğal varlıklarının sömürülme düzeni olarak yeniden yeniden inşa edilmeye çalışılmaktadır. Yerelin karar süreçlerine katılımının sağlanması adına ortaya atılan "sürdürülebilir kalkınma", "katılım", "yönetişim" gibi yeni kavramlar ile azgelişmiş ülkelerin tüm kaynaklarına ulaşarak piyasa malına dönüştürme çabaları da giderek artmaktadır.

 

Dünyadaki bu süreç ülkemize de yansımış, özellikle 1980 sonrası, neoliberal politikaların benimsenmesi ile başlayan süreçte; çevre sorunları "kirlilik" ve "kirliliğin önlenmesi" olarak dar bir çerçeveye oturtulmuştur.

 

Bu kısır yaklaşım ile birlikte, yerleşime uygun olmayan hazine arazilerinde 1940‘lı yıllarda konut amaçlı başlayan kaçak yapılaşma, giderek sanayi, turizm, madencilik gibi farklı kullanımları da içerecek şekilde kıyı alanlarına, verimli tarım arazilerine daha sonra da orman alanlarına, yaylaklara yayılarak geçerli sistem haline getirilerek yaşanan çevrenin düzenlenmesinde en önemli araçlardan birisi olan "planlamanın" devre dışı bırakılmasıyla "çevre"nin bütün olarak ele alınması engellenmiştir.

 

Bu süreçte;

  • Plan yapma ve onaylama yetkisinin çok sayıda idareye dağıtılarak sektör odaklı planlama anlayışının benimsenmesi,
  • TOKİ gibi ayrıcalıklı yetkilerle donatılmış kurumsal yapı oluşturularak Planlamanın bütüncül niteliğinin gözardı edilmesi,
  • Ülke genelinde tarımsal konut uygulamalarında olduğu gibi "İlgili kurum" görüşlerinin plan kararı olarak kabul edilmesi,
  • Abant Tabiat Parkı örneğinde olduğu gibi özel kanunlarla koruma altına alınan alanlarda yapılan planların doğal alanların kullanıma açılması için araç haline getirilmesi,

 

sonucunda çevresindeki doğal alanlar için tehdit oluşturan, çağdaş altyapı ve üstyapıdan yoksun, mevcut hizmetlere çok az nüfusun erişebildiği, yayanın tamamen unutulduğu altgeçit ve üstgeçitlerle araç öncelikli düzensizliğin benimsendiği nüfus yığınlarının oluştuğu sağlıksız kentler ile ortaya çıkmıştır.

 

Liberal politikaların sadık uygulayıcısı olan idarelerle, "arazi rantı"nın uygulama alanını HES, termik santral, villlar, galtaport gibi kullanımlar ile tüm hazine arazilerine, kıyılara, yaylaklara, meralara, akarsulara, ormanlara, kültürel, tarihi mirasa doğru genişletilmiştir.

 

Kaçak yapılaşmayla fiili durum yaratılmasıyla, anayasaya aykırı yapılan düzenlemelerin iptal edilinceye kadar uygulanmasıyla, gece yarısı çıkarılan torba kanunlarla, yargı kararlarını hiçe sayarak yapılan uygulamalarla doğal çevrenin/varlıkların talanında sınır tanınmamaktadır.

 

  • Kentin her türlü gelişmesini değiştirecek etkiye sahip İstanbul‘un kuzey yönündeki tüm doğal çevreyi etkileyecek 3. Boğaz köprüsü kararındaki hiçbir dayanağı olmayan ısrarından vazgeçmelidir.
  • Kentsel Dönüşüm adı altında belediyelere sınırsız uygulama olanağı yaratılan Belediye Kanununun 73.maddedeki düzenleme dahi yetmemiştir.
  • Anayasa ve kanunlara aykırı olarak Yargı kararları hiçe sayılarak orman alanında yapılan üniversite alanında geleceğin yöneticilerinin yetiştirilmesi manidardır.
  • Bu yaklaşımın Ankara örneği de diğer kentlerden farklı değildir. Ankara Metropoliten Alan Nazım Planlama Bürosu tarafından 1970li yıllarda yapılan çalışmalarda "İmrahor vadisi ve çevresinin, kentin rüzgâr koridoru, başka bir deyimle ufki hava bacaları olarak doğal ve rekreatif koruma-değerlendirme çalışması" içerisinde ele alınması öngörülen ve  "Ankara Kenti Ağaçlandırma Ana Planı" ile kentin ihtiyacı olan kuzey ve güneybatı yönünde oluşturulan hava koridorlarının,   Mogan Eymir Sistemi Havza Sınırının Ankara 2023 Nazım İmar Planı kararlarında da korunmasına karşın yapılan plan değişiklikleri ile yapılaşmaya açma çabaları anlaşılır değildir.
  • Ankara Büyükşehir Belediye Meclisi‘nin 11.09.2009 gün ve 2116 sayılı kararı ile onaylanan 1/5000 ölçekli Yenimahalle ilçesi Yuva Mahallesi Yerleşik ve Gelişme Alanı Nazım İmar Planı değişikliği ile açıkça hukuka, planlama ilkelerine, kamu yararına ve kamu güvenliğine aykırılık oluşturularak Ankara‘da "taşkın alanının daraltılması" yoluyla yapılaşma olanağı yaratılması aynı zamanda çevre felaketi için davetiye hazırlanması anlamını taşıdığı bilinmelidir.

 

"Planlama" adı altına dere yataklarının yapılaşmaya açılması, arazi kazanma hırsı ile derelerin kanallara alınması, kıyıların otoyollar ile yok edilmesi,  orman alanlarının taşocaklarına dönüştürülmesi, yerleşime açılması hiçbir şekilde mümkün olmayan kaçak yapı alanlarında "kentsel dönüşüm" adı altında yapılan uygulamalar ile kaçak yapılaşma ile temellenen kentsel yerleşim alanlarında giderek artan biçimde yaşanan sel, toprak kayması, deprem gibi felaketlerin "doğal afet" olarak tanımlanması mümkün değildir. Yaşananlar hukuka uymayan, hiçbir teknik ve bilimsel gerçeklere dayanmayan, akıldışı yaklaşımların sonucu ortaya çıkan "çevre felaketi"dir.

 

KAMUOYUNA SAYGI İLE DUYURULUR.

 

 

TMMOB ŞEHİR PLANCILARI ODASI

ANKARA ŞUBESİ

 

TMMOB
Şehir Plancıları Odası

Çerez Politikası & Gizlilik Sözleşmesi

Sitemizden en iyi şekilde faydalanabilmeniz için amaçlarla sınırlı ve gizliliğe uygun şekilde çerez konumlandırmaktayız. Çerezleri nasıl kullandığımızı incelemek ve çerezleri nasıl kontrol edebileceğinizi öğrenmek için Çerez Politikamızı inceleyebilirsiniz

kişisel verilerinizin Odamız tarafından işlenme amaçları konusunda detaylı bilgilere KVKK sayfamızdan ulaşabilirsiniz.

"/>